Mevlânâ Celâleddîn Rumî ebediyete intikal ettiği için Konya ağlıyordu. 17 Aralık Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuşan Mevlânâ’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlânâ’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldığı için cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlânâ ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyor, O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacağı için ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
Mevlânâ, dönemin İslâm kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled’in oğlu olarak, 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh bölgesindeki Vahş kasabasında doğmuştu.
Bahaeddin Veled, Harzemşâh hükümdarı Alâeddin Muhammed Tökiş ile arasında geçen bir olaydan sonra aile fertlerini ve yakın dostlarını yanına alarak 1212 yılında ülkesini terk etmişti. Şöyle ki; Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslâm dininde var olmayan bidatlerle uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü felsefeci Fahrettin Razî buna çok kızmış ve onu Sultan Muhammed Tökiş’e şikâyet etmişti. Sultan, Razî’yi çok sayıp, ona özel olarak itibar ediğinden, onun uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled’e gösterdiği ilgi ve saygı da bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşmüştü. Sultan Tökiş, Bahaeddin Veled’e şehrin anahtarlarını göndererek şöyle demişti: “Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, topraklar ve askerler onun olsun bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim, çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması doğru değildir. Allah’a hamdolsun ki ona iki türlü saltanat verilmiştir. Birincisi dünya ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan vazgeçselerdi, bu çok geniş bir yardım ve büyük lütuf olacaktı.” Bahaeddin Veled de cevap olarak: “İslam Sultanına selam söyle bu dünyanın fani ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır biz dervişiz bize ülke ve saltanat uygun düşmez.” deyip Belh’den ayrılmaya karar vermişti.
Ülkesinden ayrılan Bahaeddin Veled’in ilk durağı Nişâbur olmuştu. Şehirde onu tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attâr karşılamıştı. Celâleddîn burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attâr’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştı. Attâr, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celâleddîn’e hediye etmişti ve yanlarından ayrılırken onu kastederek yanındakilere, “Bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor.” demişti. Bahaeddin Veled’e de “Umarım yakın bir gelecekte oğlunuz âlem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır.” diye bir açıklama yapmıştı.
Bahaeddin Veled, Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe’ye hareket etmişti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğramıştı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile 1222 yılında Lârende’ye (Karaman) gelip, Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdığı medreseye yerleşmişti.
Celâleddîn, 1225 yılında Lârende’de Semerkantlı Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenmiş ve bu evlilikten Celâleddîn’nin Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştu.
Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubâd, Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled’i ve Celâleddîn’i Lârende’den Konya’ya davet etmiş ve Konya’ya yerleşmesini istemişti. Bahaeddin Veled Sultan Alâeddin Keykubâd’ın davetini kabul etmiş ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile birlikte gelmişti. Sultan, kendilerini muhteşem bir törenle yolda karşılamış ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis etmişti.
Kısa sürede başta Sultan Alâeddin Keykubâd olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled’e büyük bir saygıyla bağlanıp onun müridi olmuş ve sohbetlerinin hepsine katılır olmuşlardı.
Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etmiş ve mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçilmiş ve oraya defnedilmişti. Sultan Alâeddin Keykubâd yas tutarak bir hafta tahtına oturmamış ve kırk gün imarethanelerden onun için yemek dağıttırmıştı. Sultânü’I-Ulemâ ölünce talebeleri ve müritleri Celâleddîn’nin çevresinde toplanmış ve onu babasının tek varisi olarak görmüştü.
Gerçekten de büyük bir ilim ve din bilgini olmuş olan Celâleddîn, bir yıl boyunca İplikçi Medresesi’nde vaazlar vermiş ve vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşmıştı.
1232 yılında Konya’ya gelen ve babasının eskiden müridi olan Seyyid Burhaneddin ile tanışmıştı. Burhaneddin, Konya’daki bu buluşmada genç Celâleddîn’i o çağda geçerli İslam ilim dallarında sınava sokmuş, gösterdiği başarıdan sonra, “Bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz) ehlisin. Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi âlemi aydınlatabilirsin.” demişti. Bu uyarıdan sonra, Celâleddîn dokuz yıl kadar Seyyid Burhaneddin’e müritlik etmiş, seyr-û sülûk denen tarikat eğitiminden geçmişti. Bu süre içerisinde Halep ve Şam medreselerine gidip öğrenimini tamamladıktan sonra dönüşte Konya’da hocası Seyyid Burhaneddin’in gözetiminde art arda üç kez çile çıkartmıştı.
1241 yılında Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye gidince, Celâleddîn de aldığı eğitimler sonrasında edindiği bilgiler ile Konya’da medresede fıkıh ve din bilimleri okutup vaazlar vererek irşatlarını sürdürmüştü.
1244 yılında Konya’nın ünlü Şeker Tacirleri Hanı’na baştan ayağa karalar giyinmiş Şemsettin Muhammed Tebrîzî (Tebrizli Şems) adında; genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf’a mürit olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışan, bu sebeple diyar diyar dolaşan ve aradığını Konya’da bulacağını inanan ve de bir tüccar olduğunu söyleyen gezgin bir derviş gelmişti.
Şems-i Tebrîzî, ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesi’ne doğru yola çıkmış ve Celâleddîn’ni atının üstünde öğrencileriyle birlikte gelirken bulmuştu. Atın dizginlerini tutarak Celâleddîn’e“Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyâzîd Bistâmî mi?” diye sormuş, Celâleddîn de yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş ve sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı. Celâleddîn “Bu nasıl sorudur?” diye kükreyip “O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Beyâzîd Bistâmî‘nin sözü mü olur?”demişti. Bunun üstüne Şems-i Tebrîzî “Neden Muhammed “Kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim” diyor da, Beyâzîd, “Kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah‘tan başka varlık yok” diyor; buna ne dersin?”demişti. Bu soruyu Celâleddîn ise şöyle cevaplamıştı: “Muhammed her gün yetmiş mâkam aşıyordu. Her mâkamın yüceliğine vardığında önceki mâkam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Beyâzîd ulaştığı mâkamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı; onun için böyle konuştu”. Şems-i Tebrîzî bu yorum karşısında “Allah, Allah” diye haykırarak, aradığı kişiyi bulduğuna emin olarak Celâleddîn’i kucaklamıştı. Oradan Şems-i Tebrîzî ve Celâleddîn, seçkin müritlerinden Selâhaddîn Zerkûb’un medresedeki odasına gitmişler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) olmuşlardı. Bu halvet süresi kırk günden altı aya kadar sürmüştü.
Bu süre içerisinde Celâleddîn’in yaşamında büyük bir değişme olmuş ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıkmıştı. Celâleddîn artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Celâleddîn artık Mevlânâ olmuştu.
Konya’nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esmişti. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Celâleddîn ile müritleri arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikâyetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Şems-i Tebrîzî’yi ölümle bile tehdit etmişti.
Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya Kur’an’dan bir ayet okumuştu. Ayet: “İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır. (Kehf Suresi, 78. Ayet)” anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Şems-i Tebrîzî 1245 yılında bir gece habersizce Konya’yı terk etmişti.
Şems-i Tebrîzî’in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyordu. Gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Şems-i Tebrîzî’yi aratmıştı. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ’dan özür dilerken, bazıları da Şems-i Tebrîzî’ye büsbütün kızıp kinlenmişti. Şems’in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ’ya ileri geri laflar etmişti. Mevlânâ Celâleddîn Rumî’nin bu kimselerden birine verdiği cevap ise şöyle olmuştu: “Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz.”
Uzun uğraşlar sonucunda Şems-i Tebrîzî’nin Şam’da olduğu öğrenilmişti. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Şems-i Tebrîzî’yi alıp getirmek üzere Şam’a gitmişti. Mevlânâ’nın onun geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sunmuşlar, Şems-i Tebrîzî de Sultan Veled’in ricalarını kıramamış ve Konya’ya dönmüştü.
Şems-i Tebrîzî Konya’ya dönünce aleyhinde olanlar gelip özür dilemişti. Mevlânâ, bir daha şehirden ayrılmasın diye Şems-i Tebrîzî’yi evinde evlatlık olan Kimyâ Hatun ile evlenmeye ikna etmişti. Kimyâ Hatun’a gizliden âşık olan, Mevlânâ’nın küçük oğlu Âlâeddin, bu durumu hazmedememiş ve gizliden gizliye Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlamıştı.
Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî yine eski düzenlerini sürdürmüştü. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmemişti. Dervişler, Mevlânâ’yı Şems-i Tebrîzî’den uzak tutmaya çalışmaya başlamıştı. Halk da Şems-i Tebrîzî geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giydiği için Mevlânâ’ya kızmıştı. Sonunda sabrı tükenen Şems-i Tebrîzî “Bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek” deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kaybolmuştu. Ahi Evran ve aralarında Mevlânâ’nın oğlu Âlâeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğü ileri sürülmüştü. Bu durum karşısında Mevlânâ adeta deliye dönmüştü. Bir süre onun döneceğini umut ederek beklemişse de sonunda onun geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine dönmüştü.
Bu aralarda ilk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Âlim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu.
Bu dönemde Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşamıştı. Aynı zamanda Mevlânâ kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selâhaddîn Zerkûb’u seçmişti. Şems’in yokluk acısını onunla özdeşleştirdiği Selâhaddîn Zerkûb ile gidermeye çalışmıştı. Aradan geçen kısa bir zaman içerisinde müritler de Şems yerine erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcu olan Selâhaddîn’i hedef edinmişti. Ne var ki Mevlânâ ve Selâhaddîn kendilerine karşı duyulan tepkiye aldırmamış, Selâhaddîn’in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirilmişti.
1256 yılında ise Moğol ordusu Konya’yı işgal ve tahrip etmek üzere şehir surlarına dayanmıştı. Saray Kâhyası (Ustaddâr) Nizameddin Ali, büyük çabalar gösterip halktan toplamayı başardığı altınları, Baycu Noyan’a götürüp şehrin yağmalanmamasını istemişti. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin de üstün gayretleri ile Baycu Noyan Konya’yı yağmalamaktan vazgeçirilmişti.
1258 yılında Mevlânâ’dan ayrı kalan halk tarafından Selâhaddîn’i öldürme girişimleri olmuştu ve Selâhaddîn Zerkûb aralık ayında ölmüştü. Selâhaddîn’in cenazesi vasiyeti üzerine ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmıştı. Mevlânâ bu ölümün ardından yine kendi içine çekilmiş, halka vaazlar vermeye devam etmişti.
Selâhaddîn’in ölümünden sonra yerini, 1263 yılında, babası Konya yöresi ahilerinin reisi ve kendisi de Vezir Ziyaeddin tekkesinin şeyhi olan Hüsâmeddin Çelebi almıştı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun için harcamıştı. Bir gün Hüsâmeddin Çelebi, bir konudan yakındı ve “Müritler, tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hâkim Senaî’nin “Hadika” adlı kitabını okuyorlar ya da Attâr’ın “İlâhînâme”sini ve “Mantık-ut-Tayr”ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilâhi gerçekleri ilk elden öğrenecekti.” demişti. Hüsâmeddin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzatmıştı genç dostuna; Mesnevî’nin ünlü ilk on sekiz beydi yazılmıştı ve Mevlânâ, müridine şöyle demişti: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim.” Böylece Mevlânâ ile Hüsâmeddin Çelebi İslâm tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı kabul edilen Mesnevî-i Manevî’yi yazmaya başlamıştı. Mesnevî bittiğinde Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. Mevlânâ 17 Aralık 1273’te vefat etmişti.
17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuşan Mevlâna’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Konevî çok sevdiği Mevlânâ’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlânâ’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.